Lise hayatımın son iki senesini parasız yatılı olarak İstanbul’da geçirdim. On yedi yaşımda lise tahsilime devam etmek için İstanbul’a gelmiştim. Yenibosna’da Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi’nin öğrencileri ve mezunlarıyla Türkiye’deki en kaliteli ortaöğretim kurumlarından biri olduğunu bizzat tecrübe ettiğimi söylemeliyim.

Çocukluğumda İstanbul’a birkaç kez gelmiş olsam da parasız yatılı olarak on yedi yaşımda ilk defa İstanbul’u kendi ayaklarım üzerinde tanımaya başladım. İstanbul’a erken gençliğimde tek başına gelmek bambaşka bir duygu ve perspektifti.

Yenibosna’dan okul arkadaşlarımla en çok Eminönü’ne, Sirkeci’ye, Çemberlitaş’ta Çorlulu Ali Medresesi’ne ve Vefa’nın dar sokaklarına giderdik.

Sinemaya gitmek için ya da tavla oynayabileceğimiz bir kafeye oturmak için çoğunlukla Beyoğlu’na giderdik. Galatasaray Lisesi’nin hemen karşısındaki kaldırım taşında oturmayı ve İstiklal Caddesi’nden geçen insanları bel hizasından seyretmeyi o zamanlar ilk defa sevmişimdir.

Yine, lisede bir defasında Mecidiyeköy’den belediye otobüsüne binip Silahtarağa’ya gittiğimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Alan Duben’i ziyaret edip ‘üniversite kavramı’ hakkında görüştüğümü ve fikirlerini aldığımı hatırlıyorum.

Bir defasında da eski dostum Oğuz Melik’le Tekel Sahnesi’nde oynanan Georg Büchner’in Woyzeck tiyatro oyununu seyretmek için Üsküdar’a vapurla gitmiştik. Ama kendi başımıza vapurla ilk defa gitmenin acemiliğiyle geç kaldığımız için tiyatro oyununu seyredememiş ve Üsküdar meydanını gezip geri dönmüştük. Üsküdar’a ilk gidişim on yedi yaşımda bu zaman oldu. O zamanlar, henüz telefonların müzik çalmadığı yıllarda, iPod’umdan çokça Teoman dinlemeyi severdim.

Ama sonrasında üniversiteyi İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Altunizade’de geçirmiş olduğumdan, Üsküdar, İstanbul’un en sevdiğim ve zaman geçirdiğim mıntıkalarından olmuştur. Bana kalırsa Üsküdar’ın her semti kendi başına ayrı bir güzelliktedir. Beylerbeyi, Çengelköy, Kuzguncuk başlı başına kendilerine mahsus karaktere sahip yerlerdendir. Yine, Kadıköy’e bağlı olan Koşuyolu civarında dar sokaklar arasında gezinmek de İstanbul’u sevmek için yeterli sebeplerdendir.

Tabi, eskilerin çok defa söylediği gibi ‘İstanbul, eski İstanbul’ değil. Rahmetli Ara Güler’de bir röportajında İstanbul’un İstanbulluluğunun kalmadığını söylediğini hatırlıyorum. Şimdilerde İstanbul bolca araç ve insan trafiği demek. Hâliyle sokaklar ve dükkânlar da daha steril. İstanbul’un eski yerli insanlarıyla karşılaşmak daha az muhtemel. Böylesi daha iyi bir şey midir, açıkçası onu bilemiyorum. Çünkü eski yerli insanların olduğu bir İstanbul, her mahalle için geçerli olmasa da bir yönüyle daha fazla fakirlik demekti.

İstanbul’a lise okumak için ilk defa gittikten sonra yaklaşık yedi yıl İstanbul’da kaldım, İstanbul’u tanıdım ve sevdim. Daha sonra Ankara’da yüksek lisansımı yapıp, çalışmak için tekrar İstanbul’a döndüm. Bu sıralarda, İstanbul’da sürekli olarak yaşamasam da İstanbul’a gidip gelmeye çalışıyorum. Açık yüreklilikle söylemeliyim ki hâlen İstanbul’un merkezi semtleri gezip görmek için en iyi yerlerden. Eski şehir, ne denli tereddi ederse etsin, İstanbul için ticaretin devam ettiği bir kalp konumunda. Ancak artık eski İstanbul’un ötesinde apartman tarlalarının olduğu bambaşka bir İstanbul var. Bu yeni İstanbul ve merkezden uzakta yaşayanlar Türkiye’nin hâlen yeni sayılabilecek bir sosyolojik gerçeği. Buralarda bambaşka kaliteli hayatlar var. Ancak İstanbul’un eskilerinin yaşadığı ‘kaliteli’ hayatlardan daha farklı bir sosyolojik bir formasyona sahip.

Yine de diyebiliriz ki Osmanlı payitahtı İstanbul, kendisine mahsus karakteri ve güzelliğiyle İstanbul’dur; İstanbul’dan ötede kalan yerler ne denli gelişmiş olursa olsun taşradır, vesselam.

Gazi Giray Günaydın

[email protected]